Zamanın Kalbinde Bir Çocuk: Momo Üzerine Bir Deneme
Bazı kitaplar vardır; yaşınız, mesleğiniz, ruh haliniz ne olursa olsun, elinize alır almaz sizi başka bir dünyanın eşiğine getirir. Onlar bir çocuğun hikâyesiyle yola çıkar fakat bir toplumun, bir çağın ve hatta insanlığın kalbine dair çok daha büyük şeyler anlatır. Michael Ende’nin Momo’su işte tam da böyle bir kitap. İlk bakışta bir çocuk romanı gibi görülebilir ama her sayfasında modern dünyanın ritmini sorgulayan, zamanın anlamını tartışmaya açan ve insanın içsel yalnızlığını gözler önüne seren katmanlı bir metindir Momo.
Romanın merkezinde geçmişi bilinmeyen bir kentin eski tiyatrosunda tek başına yaşayan küçük bir kız çocuğu vardır: Momo. O ne bir kahraman gibi güçlüdür ne de olağanüstü yeteneklere sahiptir. Ancak onu sıra dışı kılan bir şey vardır: dinleme yeteneği. İnsanların gerçek anlamda anlaşılmaya olan açlığını Momo’nun sessizliğinde fark ederiz. Onun suskunluğu bile şifalıdır çünkü o, samimi bir dikkatle dinler. Bu yönüyle Momo, sadece bir karakter değil insanlığın unuttuğu bir değer haline gelir: gerçek anlamda var olmak, başka bir varlığı anlamaya çalışmak.
Romanın en çarpıcı yönlerinden biri, modern zamanın eleştirisini “Zaman Tasarruf Şirketi” üzerinden sunmasıdır. Şirketin çalışanları, insanlara daha çok kazanabilmek ve daha verimli olabilmek için zamanlarını “tasarruf etmeleri” gerektiğini söyler. Ne var ki bu tasarruf anlayışı insanları içi boş bir verimlilik çukuruna sürükler. Sevinçleri, oyunları, dostlukları, hatta hayalleri bile gereksiz görülür ve işin en acı tarafı şu cümlede özetlenir: “Oysa zaman, yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti. İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe zaman azalıyordu.”
Modern insanın günümüzde de benzer bir kısır döngü içinde olduğunu görmemek mümkün değil. Takvimler dolup taşarken ruhlar boşalıyor. Zamanın her dakikası planlanıyor ama bu planlar yaşamdan kopuk birer görev listesine dönüşüyor. Momo’nun dünyasında duman adamlar nasıl griye boyuyorsa her şeyi, bizler de renkleri unutmuş bir çağın çocuklarıyız belki.
Ende’nin bu anlatısında çocukluğun temsil ettiği değerler de son derece güçlüdür. Çocuklar, sistemin gözünde birer tehdit haline gelir. Çünkü hayal kurarlar, oyuna inanırlar, zamanla pazarlık etmezler. Bu yüzden “çocuk depoları” kurulur, çocukların yalnızca “faydalı” oyunlar oynamasına izin verilir. Hayal gücü, yaratıcılık ve içten gelen sevinç yok sayılır ve sonunda şu cümle yankılanır zihinlerde: “Sevinmeyi, hayal kurmayı ve heyecanlanmayı unuttular.”
Bir çocuk romanının ardına saklanmış bu yoğun sistem eleştirisi, biz yetişkinleri kendi zaman algımızla yüzleştiriyor. Yaşamı ölçülebilir, planlanabilir ve hatta satılabilir bir meta haline getiren anlayış; aslında insanı insan yapan en temel değerleri elimizden alıyor. Sevgi, dostluk, hayal gücü, empati… Hepsi zamanla birlikte buharlaşıyor. Momo, tüm bu gidişata bir çocuğun gözünden “dur” diyor.
Michael Ende’nin sade ama çarpıcı dili, okuyucusunu didaktik olmadan sarsmayı başarıyor. Kitap boyunca satır aralarında sıkça rastladığımız şu tür cümleler ise yalnızca bir roman karakterinin değil aynı zamanda yazarın da iç sesidir: “Başkasıyla paylaşılmayan zenginlikler insanı mahvediyordu.” Ne güzel özetliyor hayatı: Sahip olmak değil, paylaşmak yaşatır insanı.
Momo, sadece okunacak değil üzerine düşünülecek, hissedilecek ve mümkünse yeniden yaşanacak bir kitap. Bir çocuğun gözlerinden dünyaya bakmak, bazen yetişkin olmanın en
insanca hali olabilir. Ve belki de tek gerçek “tasarruf” bir anı sahici bir şekilde yaşayıp onu bir başkasıyla paylaşmaktır.
Koray Bağdatlı